Halit Refiğ (5 Mart 1934 - 11 Ekim 2009), sadece Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük yönetmenlerden biri değil, Burgaz Adası'nı dünyanın yaşanacak en güzel yeri ilan etmiş biri.
Farklı kaynaklar üzerinden alıntılar yaptığım bu derlemede; Halit Refiğ'in eşi Gülper hanım'a olan sevgisini, Varlık Vergisi ile satılan dede evi Bay Refik Yalısını (Sedad Hakkı Eldem'in kitabında örnek Türk Evi olarak gösterilmiştir), 2003 yangınında yanan teyzazadeleri Hüsnü Uzunoğlu'nun konağını, yangından sonra diktiği kestane ağaçlarını, adadaki değişimi, adaya geri dönüşünü ve rafa kaldırılmış bir film projesi Elveda Burgaz'ın hikayesini bulacaksınız.
Not: Bu yazıda alıntı yapılan düşünce ve tespitler tümüyle yazarın kendi görüşünü yansıtır.
Halit Refiğ - Aşk ve Ölüm Senaryoları
Halit Refiğ'in 20 Eylül 2008 yılında ''Burgaz dostluğumuzun başlangıcı olarak Robert Schild ve eşi Meri'ye sevgilerle'' ithaflı imzalı kitabı Aşk ve Ölüm Senaryoları.
Üstümde en derin etki yapan çocukluk hatıraları Burgaz Adası'nda geçirdiğim yaz günleriydi. Dedemin vapur iskelesi yakınlarında bir ahşap konağı vardı. Aile fertleri İstanbul'dan ayrılma imkanını buldukça bu konağın odalarını paylaşırlardı. Adaya vapurla gidiş gelişlerin bana verdiği ayrı bir heyecan olurdu. O yılların bütün vapurlarını tanırdım, resimlerini toplardım. Hatta bu ilgim yüzünden ilk meslek hayallerimin başında kaptan olmak geliyordu. Deniz pırıl pırıl tertemizdi, içinde renk renk, çeşit çeşit balıklar oynaşırdı. Lapina, çırçır, kayabalığı, horozbina, gümüşbalığı, zargana, denizatı, dragonya ve daha niceleri...Bunların hiçbiri bugün yok artık.
İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı yıllarda Burgaz'daki yaşamda pek değişim olmadı. Avrupa'da, daha sonra Asya'da, ortalığı ateş sarmış, kan gövdeyi götürürken, Burgaz'da Müslümanı, Hristiyanı, Yahudisi huzur içinde bir arada yaşamaya devam ediyordu. Savaş yılları sırasında dedemin ölümünden sonra ortaya çıkan miras meseleleri, aile içi anlaşmazlıklar Burgaz'daki konağın satılmasına yol açtı. Buna rağmen Burgaz'la ilgim bütünüyle kopmadı. Burgaz'da teyzemlerin de bir konağı vardı. Teyze oğullarıyla da çok yakındık birbirimize. Zaman zaman onlara misafirliğe giderdim.
Yılar geçti, dünyanın bir çok yerini görme imkanım oldu. Ama Burgaz'ın gönlümdeki yeri hiç değişmedi. Neyse ki eşim Gülper de Burgaz'ı tanıyınca pek sevdi. 1980'den itibaren uzun yıllar, yazları teyze oğullarımın konağındaki bir katta geçirdik. Ama 80'li yıllarda Burgaz'da dramatik değişimler meydana gelmekteydi. Deniz gitgide kirlenmekte, balıklar kaybolmakta, yüzmek tehlikeli bir hal almaktaydı. Bunların yanı sıra otomobilin yaygınlaşması özellikle gençlerin adaya ilgisini azaltmış, İstanbullular yazlık için Akdeniz sahillerini tercih eder olmuşlardı. Çocukluğumun sevgili Burgazı'nın ortadan kaybolmakta olduğunu gözlemlediğim yıllarda Burgaz'la ilgili bir film yapma fikri doğdu. İlk çıkış noktasını Sait Faik kaynağında aradım. Rahmetli Sait Faik'le sağlığında hiç karşılaşmamıştık; bu vesileyle Burgaz'la ilgili hikayelerinin hepsini yeni baştan okudum. Ne çok benzer gözlemlerimiz varmış! ''Kim Kime'' adlı hikayesi bana çekirdek bir fikir verdi. 90'lı yıllarda bazı senaryo taslakları yaptım. Bu taslaklar genelde çocukluk anılarımdaki ve Sait Faik hikayelerindeki Burgaz'ın kaybolmakta oluşunun hüznünü yansıttığı için tasarıma ''Elveda Burgaz'' adını koydum. Günün şartları içinde tabi bu tasarım da çekmeceye, öbür tasarıların yanına gitti.
Hanım'ın yapımcısı dostum Cengiz Ergun da yeniden Hanım tadında bir film yapma düşüncesini ileri sürünce Elveda Burgaz çekmeceden çıktı. Oradaki eski aşkı, Türkiye'den ayrılmış Rum kadını karakterini Almanya'daki eski bir sevgili haline getirdim. Tabii işin içine Doğu-Batı kültür çelişkileri girdi. Böylece eski çocukluk bağları, Sait Faik hikayeleri, Burgaz'daki değişim derken, Hannelore Elsner ivmesiyle Elveda Burgaz senaryosu son halini aldı.
Senaryoyu Cengiz Ergun'a verirken Hannelore Elsner meselesini de açtım. Cengiz Ergun'un aklı yattı, ''Tamam işi bağlayalım'' dedi. Hannelore'ye telefon ettim, birlikte yapmayı düşündüğüm filmi anlattım. Çok sevindi. Anlaşması olan televizyon ve film çalışmalarını da düşünerek bana çekim için uygun olabilecek bir tarih verdi. ''Senaryoyu da hemen yolla'' dedi.
Kısa bir zamanda İngilizce'ye çevrilen senaryo, Hannelore Elsner'e yollandı. Telefonda bana bir film çalışması olduğunu, işi tamamlanınca bir ay içinde beni arayacağını söyledi. O konuşmadan bu yana üç yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen bir daha Hannelore Elsner'den hiçbir ses seda çıkmadı. İyice kayıplara karışmıştı. Herhalde Elveda Burgaz tasarısından Almanya'da birlikte iş yaptığı kimselere bahsetmiş, muhtemelen böyle bir filmde oynamasının kendisine çok zarar vereceği ve bütün kariyerini kaybedeceği telkin edilmişti.
Cengiz Ergun başka yabancı bir oyuncu bulmayı da teklif etti. İhtimalleri düşünürken 2003 yılı yangın felaketinde, benim uzun yıllar yaşadığım ve Elveda Burgaz'ın ana çekim mekanı olarak düşündüğüm teyze oğullarının konağı da yandı. Artık kimsede Elveda Burgaz tasarısına el atma gücü kalmamıştı. Yangından sonra büsbütün garibanlaşan adaya Gülper'in de, benim de sevgimiz yeniden depreşti. 2004 yılında orada küçük bir daire satın aldık ve ''Geçmiş olsun Burgaz'' dedik. Adanın esnafıyla, martılarıyla kedileriyle ve köpekleriyle çabucak kaynaştık. Deniz de artık eskisi kadar kirli değildi. Hatta bazı balıklar bile görülebiliyordu. Eski günlere mi dönüyorduk, yoksa Elveda Burgaz'a yeniden sıra gelir miydi? Bakalım...
Yaşadıkça insan neler görüyor! Bu senaryoların filme dönüşme hikayeleri de bunu göstermiyor mu?
Sinemada Ulusal Tavır ''Halit Refiğ Kitabı'' - Söyleşi: Şengün Kılıç Hristidis
Varlık Vergisi ile birlikte dedemin ölümü de aynı döneme rastladığı için Burgaz'daki ev kurban gitti. Eğer dedem hayatta olsaydı böyle bir şey yapılabilir miydi, bilmiyorum. Ama dedemin bir yıl önce ölmesi, verginin gelmesi, o ev üzerinde miras problemi olması öyle anlaşılıyor ki, sorunu bir ölçüde aşma meselesi oldu. Ama teyzemlerin de orada evleri vardı ve benim üç teyze oğluyla da ilişkilerim çok iyiydi. Bilhassa büyük ağabey, ailenin bireyi olmasının ötesinde beceriyleriyle, ilgi alanlarıyla hayranlık duyduğum kişilerdendi: Hüsnü Uzunoğlu. Bizim ailenin evi satıldıktan sonra ben yine zaman zaman Burgaz'a teyzemlere gider oldum.
Çocukluğumda benim üzerimde iki güçlü çekim noktası vardı: Burgaz: deniz, vapurlar; Polonezköy: doğa, hayvanlar. Şimdi Burgaz, deniz, vapurlar devam ediyor. Polonezköy hesabı ise Sapanca ile devam ediyor.
Burgaz benim hayatımda çeşitli dönemlerde yer alıyor. Sedad Hakkı (Eldem) kitabına aldığı Bay Refik Evi, önünde deniz, iskele, vapurlar geliyor gidiyor, Kaşık Adası ve Heybeli Ada'nın görüntüsü... O tarihlerde pırıl pırıl bir deniz, balıklar kaynaşıyor içinde. Onun bir çeşit büyüleyici etkisi üzerimde. Ama sonra hayatımda bir dönem var ki, hep ona geliyoruz, çılgın bir dönem. Belki bugünün çılgınlık kavramı karşısında çok masum kalan bir dönem ama benim çizgim içinde, İngiltere'ye gittiğim 1953 yılından film yönetmeni olduğum tarihe kadar, altı yedi yıl, epey maceralı bir dönemdi. O dönemde Burgaz epey saf dışı kaldı ve başka ilgi alanları gündeme geldi. Ama rabıta tamamen kopmadı. Burgaz'la ilişkimin tekrar sıkılaşması 80 yılına geliyor fakat bu dönem gitgide benim açımdan rahatsız bir duruma gelmeye başladı.
Bir defa 80'li yılların ilk yarısı itibariyle Marmara gitgide kirlenmeye başlamıştı. Balıklar kaybolmuştu hatta yüzmenin tehlikeli olduğu ihtar ediliyordu. Geriye döneyim: Benim çocukluğumda adanın yerlileri Rumlardı. Sait Faik'in hikayelerinde yazdığı balıkçılar, esnaf. Türkler daha çok yazlıkçıydı. Sait Faik Abasıyanık'ın çok ilginç bir biçimde hikayelerinde tespit ettiği gibi, Burgaz özünde bir Rum karakteri taşıyordu. Kıbrıs meselelerinin kızışmasıyla tedrici olarak Rumlar, İstanbul'dan ayrılırken, ada nüfusunda da bir azalma meydana geldi.
Bu değişimler beni adadan soğutmaya başladı. Bu arada benim çok iyi ilişkide bulunduğum teyzezadem Hüsnü Uzunoğlu öldü. Bütün bunlar üst üste binince...
Burgaz'a dönüş:
Kıbrıs'taki evin satışından gelen bir para var. Birbirimize bakıyoruz Gülper'le, ne yapacağız diye. Dedik ki, Burgaz'a bir bakalım. Ama senelerdir Burgaz'a gitmemişiz, son gidişimiz de yangın dolayısıyla. Burgaz'a gittik bir gün, vapurdan indik, bakınıyoruz. Orada Ülkü ve Engin Aktel adlı dostlarımız var. Ülkü Hanım, İstanbul Devlet Balesi'nde, kocası da gazeteci ama artık gazetecilikten uzaklaşmış durumda. Davet ettiler, çay içmeye girdikten yarım saat sonra, bugün evimiz olan yerdeydik.
Burgaz'da tarif edilmesi zor bir değişim meydana gelmiş. Bir defa deniz çok büyük ölçüde temizlenmişti. Eski balıkların soyu tükenmiş ve artık yoklar ama ''balıkçılar'' var yine de. 90'lı yıllarda bizi adadan kaçırtan sosyal huzursuzluk tamamen ortadan kalkmış, hiçbir etnik, dini özelliğin ağır basmadığı bir adalılık bilinci ve dayanışması ortaya çıkmış. Herkes birbiriyle iyi ilişki içinde, artı inanılmaz bir durum olmuş, bütün ada esnafı adanın kedilerini ve köpeklerini benimsemişler. Köpekler, kulaklarında aşı künyeleri, çarşıda dolaşıyorlar. Balıkçılar gelip sahile yaklaştıklarında kedi, köpek, martı, karga sıralarının gelmesini bekliyorlar. Olacak iş değil! İnanılır gibi bir şey değil. Thomas More'un Ütopya'sı kaç para! Çünkü orada insanlar arasında belli bir eşitlik söz konusu idi ama hayvanların buradaki durumu olağanüstü. Samimi olarak düşünüyorum ki, şu anda Burgaz'da mikro kozmos olarak bütün dünyaya model olacak bir yaşam tarzı var. Doğayla kaynaşmış, insanlar arasında din, dil, etnik çekişmenin olmadığı büyük dayanışmanın meydana geldiği ve bu dayanışmanın hayvanları da kapsadığı inanılmaz bir hayat var.
Burgaz Adası'nda çıkan yangından sonra, büyük kısmı Refiğlerin Sapanca'daki evinin bahçesinden gelen kestane ağaçları yangın bölgesine dikildi. Bu işte önder olanlar ise o tarihte Sapanca Kaymakamı olan Hasan Duruer (elinde kürek olan) ve fidanların adaya taşınmasında birinci derece katkısı olan Sapancalı dostları Mustafa Bilgin.
Bağımsız sinemaya bakış:
....Türkiye'de kendi öz cevheri yerine Amerika'ya bağlılık ya da AB'ye ortaklık hevesinin daha ağırlıklı olduğu görülüyor. O açıdan ben çağdışı durumdayım ama bundan itiraf edeyim ki, çok büyük sıkıntı duymuyorum. Çünkü çok iyi anlaştığım bir eşim var ve çok iyi anlaştığım eşimle, dünyanın yaşanacak en iyi yeri diye kabul ettiğimiz yerinde, Burgaz'da küçük bir barınağımız var. Daha ne isteyebilirim?
Olmamışların sıkıntısını değil, olmuş olanların mutluluğunu yaşamaktayım. Çok şükür dünyanın epey yerini görmek mümkün oldu, hatta bunlardan bazılarında yaşama durumumuz oldu. Ama son hesapta yaşayabileceğim yerin, kusurlarına katiyen gözümü kapatmadan Türkiye olduğu inancındayım. Gülper'le çok sık konuştuğumuz bir şeydir; bana sorulsaydı, seni bir yere koyacağız, ömrünün geri kalan kısmını orada geçireceksin, seç diye, Burgaz Adası'nı seçerdim.
Rölöve I - Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü Rölöve Kürsüsü Yayını (1968)
Hazırlayanlar: Sedad Hakkı Eldem, Feridun Akozan, Köksal Anadol
Rölöve: Nevzat Erol, Yunus Açıkgöz
Atatürk Kitaplığı Arşivi
Sol üst ve alttaki çizimler rölöveler ile aynıdır.
Sağ üstte: Zemin kat planı
Sağ altta: Çatı katı planı
Akillas Millas Çizimleri
Akillas Millas'ın çizimlerine göre 1913'te Balkan Harbi sırasında Selanik'ten İstanbul'a gelen Refiğler'den önce evin "βρυέννιος" (Latince:Bryennios veya Bryennius) ailesine ait olduğu anlaşılıyor.
Eski Fotoğraflarda Bay Refik Yalısı
Prens Adaları Kataloğu, Adalı Yayınları (2010)
Comments